“Bugün sen çok gençsin yavrum
Hayat ümit neşe dolu
Mutlu günler vaad ediyor
Sana yıllar ömür boyu
Ne yalnızlık ne de yalan üzmesin seni
Doğarken ağladı insan bu son olsun bu son…”
Meriç Başaran, 1969
Okullarda maalesef uzun zamandır, seviye fark etmeksizin (ilkokul, ortaokul veya lise) öğrencilerde hayatın akışına dair gözlemlediğim en belirgin tutumlar “içinde yaşadıkları ülkeye dair umutsuzluk veya altı boş özgüven hali”. Öğrencilerle konuştuğumda ya “aman Tanrım battık, bittik biz, bir yolunu bulup yurt dışına gitmeliyiz ” diyenleri görüyorum ya da “atlara binelim, elimizde kılıçlarla ve bayraklarla Rusya mı olur artık Avrupa mı olur veya Ortadoğu mu bilmem saldıralım da gücümüzü görsünler ”diyenleri görüyorum. Ama gel gör ki gücümüzü görsünler diyen gencin de, üretimi bitirdiler battık bittik diye ahkam kesen çoğu gencin de okul çantasını annesinin, babasının, anneannesinin, dedesinin, bakıcısının veya evde yatılı kalan dadısının hazırladığını hatırlayınca hop dur bakalım diyorum kendime! Umut ve neşe dolu olması gereken, okuyarak araştırarak doğruları bulması gereken, gözlerinin ışıl ışıl parlaması gereken bu gençler henüz kendi sorumluluklarını alamazken, nasıl yapacaklar ki tüm bunları. Sonra aklıma şunlar geliyor;
- Annenin veya babanın 4. sınıfa giden çocukta görmek istediği ‘yüzyılın matematikçisi, fizikçisi’ni yetiştirmesi için anlaşma yapılan özel ders hocaları,
- Matematikçi olmayacak galiba ama kesin bir Mozart doğurduk deyip gönderilen piyano kurslarındaki müzik hocaları,
- Müzik de olmadı! Bunun dedesi resimle ilgileniyordu biz kesin Picasso doğurduk deyip gönderilen resim kurslarındaki sanatçılar
- E napalım şimdi bari akademik kariyerini kurtarmak için danışmanlar, koçlar tutalım. Danışmana çocuğu tanıtırken de “bir dönem resime ve müziğe ilgisi vardı Ahmet’in/Ayşe’nin” diyelim (sanki çocuk istemiş o kadar kursu gibi anlatılır hikâye:)
Liste uzar gider…
Asıl mesele unuttuğumuz çocukluğumuz ve daha da kötüsü bu unutkanlıkla çocuklarımızı hayata hazırlamaya çalışmamız. O kadar büyüdük ve uzaklaştık ki çocukluğumuzdan artık çocukların sadece çocuk olmaya ihtiyaçları olduğunu unuttuk. Müzisyen olsunlar, bilim insanı olsunlar, yurt içinde ve dışında girdikleri sınavlarda başarılı olsunlar, güzel yazı yazsınlar, özellikle matematikte mutlaka başarılı olsunlar… Onu olsunlar bunu olsunlar derken farkında olmadan çocuk olmasınlar diyoruz aslında. Çocukluğumuza ve duygularımıza karşı her geçen gün daha da acımasızlaşan biz yetişkinlerin dünyasından bakıp çocuklarımızın omuzlarına çok fazla yük bindiriyoruz aslında. Bunu nasıl mı yapıyoruz? Doğası gereği yerinde duramayan, yaşıtlarıyla oyunlar oynamak isteyen, sürekli meraklı olan kısaca “an”ı yaşayan çocuklarımıza onların neredeyse bütün hayatlarının planlamasını yaparak yapıyoruz. Planlama yapıyoruz ve bütün planların her anında yetişkinler var maalesef. Dadılar, bakıcılar, anneanneler, babaanneler, dedeler, yaşam koçları, akademik danışmanlar, özel ders hocaları, sanat ve dans hocaları… Ve denklem şöyle gelişiyor çoğu zaman;
- Bakıcılar ve dadılar (bazen, anneler, babalar, anneanneler ve babaanneler) kendilerine fazladan iş çıkmasın diye (çocuk kendisi yerse ortalığı batırabilir) çocuğa yemeklerini kendileri yedirirler.
- Anneler babalar çocuk servise geç kalmasın veya bir şey unutmasın diye çocuğun çantasını hazırlarlar.
- Danışmanlar, koçlar ve özel öğretmenler çoğu zaman çocuğu hayata hazırlamaktansa çocuğun o anki durumuna göre yönlendirmede bulunurlar.
Bir yandan şunu iyi yapsın bunu iyi yapsın diye çocuklarımızın omuzlarına çok fazla sorumluluk yüklerken öte yandan da çocuklarımızın kendi ayakları üzerinde durmalarını engellemiş oluyoruz. Hikâyenin sonunda çocuklarımızda biz yetişkinlerin umutsuzluğu veya boş özgüveninden başka bir şey kalmıyor maalesef.
Bunları düşünürken birde bakıyorum ki günün son ders zili çalmaya yakın ve servisler, özel şoförler, dedeler, anneanneler, babaanneler gelmişler okula, çocukları almaya. Yetişkinler, büyükler, hocalar, dans, kurslarda ve atölyelerdeki büyükler, özel öğretmenler, danışmanlar, bakıcılar… Bu çocukların çocuk olmaya fırsatları olmamış ki! Hep büyükler var hayatlarında ve hep projeler, kurslar. Keşke en kısa zamanda anlayabilsek şu basit gerçeği: Biz sadece ÇOCUK dünyaya getirdik… Mozart, Picasso, Einstein doğurmadık. Sadece ve sadece bir ÇOCUK doğurduk! Çocuklarımıza Cem Karaca şarkıları söyleyemeyiz belki (ben kesin söyleyemem zaten:) ama en azından çocuklarımızın seslerinin ve umutlarının büyüklerin dünyasında kaybolmasını engelleyebiliriz. Ve umarım değişime dair bu niyetimiz yazının başındaki şiir gibi bir başlangıca vesile olur…
Comments are closed.